Yusuf Atılgan Anlatıyor, Konuşan: R. Görel

1 Şubat 2013 Cuma

| | |

AYLAK ADAM için bir hayli yazı yazıldı. Bu eleştirme yazılarının üzerinizdeki etkisi ne oldu? Yazma hevesinizi arttırıp eksiltmek bakımından.
Kendimi daha çok baştan savma, alışılagelmiş ölçülere dayanarak yapılacak birkaç eleştirme görmeye hazırladığım için elime geçen yazılar doğrusu şaşırttı beni. “Aylak Adam’ı ciddiye alan, demek istediklerimi anlayan, tartışan, satırların ardını görebilen aydınlar olduğunu bilmek bana huzur veriyor. Şimdi olsa romanı bile bile “an­lamazlardı” sözcüğüyle bitirmezdim. Bu sözcük ilerde bana bir tuta­mak, bir avuntu olacaktı. Artık içimde kuşku yok. Bundan böyle da­ha rahat, kendime daha bir güvenerek yazacağımı sanıyorum.
Yeni bir eser hazırlıyor musunuz?
Verimsiz bir kış geçirdim bu yıl. Daha güz başında kulaklarımda bir ağrı başladı. Ağrıyı çabuk geçirdik ya, uğultusu kaldı. Ne okuya­bildim ne yazabildim. Gene de geçmiş değil bu uğultu; ama alıştım mı ne, tedirgin etmiyor. Şubattan beri çalışabiliyorum. İki hikâye yazdım. Sonra yeni bir romana başladım. Bir köy romanı bu. Öyle kırk bin köyün savunmasını yapan soydan bir roman olmayacak galiba. Çevremdeki insanlara değgin (dair) düşünüyorum. Başkalarıyla ortak yanları, tek insanla çevresel sorunu… Neyse, şimdiden fazla konuşmayayım. Hele bir yazılıp bitsin bakalım.
Hikâye ile roman yazmak arasında zamanınızı nasıl bölüyorsunuz?
Hikâyelerimin çoğunu “Aylak Adam “dan önce yazmıştım. Birkaçım da ondan sonra. Romanın yazıldığı sürece arada hikâye yazmadım. Çalışırken içine girdiğim havayı dağıtır, bozar korkusuyla merak­la beklediğim bir kitabın okunması m geciktirdiğim olur. Böyle za­manlar günlük hayatımı bile çekine çekine yaşanm. Kesin birşey söylenemez elbet ama, ilerde de bu bakımdan değişmeyeceğimi sa­nıyorum.
Manisa’nın bir köyünde oturduğunuzu biliyoruz. Orada ne ile meş­gulsünüz? Okumaya, yazmaya yeteri kadar vakit bulabiliyor musu­nuz? Yani ikinci meslek bakımından bir şikâyetiniz var mı demek istiyoruz.
Cumhuriyetteki konuşmadan, Alangu’nun “Kim”deki yazısından mıdır bilmem, beni tanımayanlarda hep bir “çiftlik sahibi” sanısı uyandırdığımı fark ediyorum. Oysa orta halli bir köylüyüm ben. Ba­bamın ölümünden sonra bir zaman kendim çiftçilik yaptım. Yedi yıl önce bıraktım. Şimdi tarlalarımızı bir arkadaşım yarıya işliyor. Eli­me geçen ancak yaşamam için zorunlu gereçlerimi karşılıyor. Daha çoğunda da gözüm yok. Uykudan arta kalan zamanımı yazmakla, okumakla geçirmeme engel olacak hiçbir şey yok. Sanatçı için ideal durum diyeceksiniz. Bir bakıma çok doğru, bir bakıma da yanlış. Ben, içimde büyüyen bir isteksizlikle yazamadan geçirdiğim günler* de korkunç bir karamsarlığa kapılınca, günlük ekmeğini kazanmak zorunda olan sanatçının “bugün yazamadım, ama önce ekmek gerek” avuntusundan yoksunum.
Batıdan ve bizden başlıca neleri okudunuz? Üzerinizde en çok etkisi olan yazarlar hangileridir?
Okumayı severim, çok okurum. Bunu söylemek bir çeşit övünmek midir, bilmem. Kimileri hiç okumadıklarını söyleyerek övündükleri­ne göre. Batıdan olsun, bizden olsun beğenerek, severek okuduğum yazarlar vardır. Dostoyevski, Gide, Montherlant, Camus, Sartre, Si- menon, Huxley, Joyce, Green, Capote, Sait Faik, Vüs’at O. Bener, Nezihe Meriç gibi. Benim bir de hayranlıkla, hattâ kıskanarak oku­duğum iki yazar vardır: Çehov, Faulkner. Okuyanı anlattıkları or­tama katıveren, onu yarattıkları kişilerin yaşayışına, duygularına ortak eden bu iki sanatçı, söz sanatının ereği buysa, varmışlar bu ereğe. Görece bu yargılar, biliyorum ama söylemeden edemedim. İş­te çok sevdiğim ozanları saymadan da edemeyeceğim: F. H. Dağlar­ca, B. Necatigil, M. Eloğlu, E. Cansever, T. Uyar, C. Süreya.
Adlarını saydığım sanatçıların, değişik yönlerden beni etkile­diklerini sanıyorum.
Yazı yazmaya kaç yaşında ve ne zaman heves ettiniz? îlk yazınız ne zaman yayımlandı?
Heves dediğinize göre çok öncelerden başlamam gerekecek. Lise­deyken kimseye göstermeden şiirler, hikâyeler yazardım. Son sınıf­ta konusu köydeki bir cinayetle ilgili bir romana bile başlamıştım. O zamanlar sarakaya alınmaktan korkardım. Artık hemşehrilerimin “Hele bak sen. Bunca yıl oku da… Yazık oldu Hanımefendinin para- cıklanna” der gibi kıs kıs gülmelerini umursamıyorum. Fakültedey­ken hikâyeler, hele şiirler yazdığım bile oldu. Günde 4-5 sayfalık şiirler. İşte o biçim şeyler. İlk “yazmadan duramama” gereğini 1947’de duydum, “Parmakkapıdaki Pansiyon” adlı bir roman yaz­dım. Ertesi yıl yırttım attım bunu. Yazma sevdasından ellerimi yı­kadığımı sanıyordum, ama değilmiş. 1952’de belki bu yüzden çiftçi­liği bıraktım. Hikâyeler yazıyordum. Galiba anadan doğma sanatçı­lardan değilim ben. Güç yazarım. Bir yerde Halikarnas Balıkçı­sı’nın kendi hikâyelerini Sait Faik’inkilerden daha güzel bulduğunu okuduğumdan beri daha da güç yazıyorum.
Yayımlanan ilk yazım 1954’te, Tercüman gazetesinin yarışma­sında birincilik alan “Evdeki” adlı hikâyemdir. Nevzat Çorum adıy­la göndermiştim. Aynı yarışmada yedinci olan “Kümesin Ötesi” adlı hikâyem de Ziya Atılgan adıyla çıkmıştı. Kısa ömürlü Esin dergisinin ilk sayısında, gene Ziya Atılgan adıyla “Atılmış” adlı hikâyem yayımlandı. Sonraki hikâyelerim hep “Varlık”ta çıktı.
Cumhuriyet’teki yarışmanın sonucundan memnun musunuz?
Önceleri bu yarışmada ikinci olmak, benim için umudumun üstünde bir dereceydi. Gazete büyük jüriyi bildirdiği zaman, hiçbirinin beni tanımadığı dokuz üyeden -Halide Edip fakültede hocamdı ama yıllardır beni unuttuğunu sanıyorum- üçünün birincilik için bana oy vereceklerini düşünmüştüm. Haldun Taner’le Behçet Necatigil’de yanılmadım. Yanıldığım üyenin adını söylemeyeceğim. Bir de şu var: Gazete ayrıca para vermeyeceği, birinciyle üçüncüyü tefrika ettiği halde “Aylak Adam’ı etmedi. Oysa ben, dördüncü günkü tefri­kanın başına konulacak özeti müthiş merak ediyordum. Bu mera­kım içimde kaldı.
Hikâye ve romanın bizde son yıllardaki gelişmeleri için ne düşünüyorsunuz? Dedikleri gibi edebiyatımızda bu sıralarda bir durakla­ma olduğunu kabul ediyor musunuz?
Romanın yakın bir gelecekte hem nicelik hem nitelik bakımında hikâyeyle şiir alanındaki yüceliğe erişeceğini sanıyorum. Son yıllarda bir Kemal Tahir kazanmak az şey değildir. Hikâyeyle şiir normal gelişimlerini sürdürüyorlar. Bence bu, bir duraklamadan çok bir aramadır. Genç kuşak boyuna bir şeyler arıyor. Aşırı biçimciliğin şii­rimizde bir takım yeni “mazmun”lar yaratma eğiliminden yana deği­lim, ama biçim kaygısıyla yapılan aramalara karşıt da değilim. Za­man, yeni bir diyeceği olmayıp da işini kolayına kaçanları ayıklayacaktır. Daha şimdiden gerçek değerler kendilerini belli etmiyor mu!..
Roman ve hikâyeden başka bir alanda yazı yazmayı düşündünüz mü?
Şimdilik böyle bir düşüncem yok. Hattâ hikâye yazmayı bile bırakıp yalnız roman üstüne çalışmayı düşünüyorum.
Yazarken okur unsurunu göz önünde tutar mısınız? Yani okunmak kaygısı sizin için bir mesele teşkil eder mi?
Manisa Müzesi’nde bir arkadaşım var, bir gün konuşurken, sanatçının anlaşılmak kaygısına düşmeden, salt kendini tatmin için yaz­ması konusunda fazla ileri gitmiş olacağım ki “öyleyse yazdıklarını neden yaymlamaya çalışıyorsun?” diye sormuştu. Ona “okumayı gerçekten seven, mizacı benimkine yakın, tanımadığım birkaç uzak-dostun yalnızlıklarına belki bir ortak, bir avuntu olurum” yol­lu karşılık vermiştim. Yazarken bu birkaç uzak-dostu düşünmek bi­le yazarın okuyucusunu düşünmesidir bence. Masanın ötesindekilerle ilintimizi büsbütün kesemeyiz. Salt kendisi için yazdığını söyleyenlere inanmam. Yalnız şu var: Her yazar kendi okuyucusunu kendi seçer.
Varlık, 15 Haziran 1959

0 yorum:

Yorum Gönder